Ölümden Bir Önceki An
Karanlıklar içindeyken birden bire bir şimşek çakıp ortalığın aydınlanması, her şeyin görünür olması gibi, ansızın gelen felaketler karşısında insanın aslında ne kadarda aciz, muhtaç, çaresiz olduğu gün gibi ortaya çıkıyor…
Ansızın gelen, programlayamadığımız dehşetinin ayırdına ancak yaşarken vakıf olacağımız, sonun sonu olan o esrarengiz andan bahsediyorum… Aslında bir anlamda bizim kimliğimizin belgesi olan an…
Hiç beklenmedik bir an da adres sormadan gelen bir kurşunun beyninizi dağıtmadan bir önce ki an, siz bir sürü plan projenin temposu içindeyken hesapsız, birden vuran depremin şokunu atmadan, bir dizi felakete maruz kalacağınızdan habersiz, gaflet perdeleri sarmalı içindeyken, birden film kopuyor…
İşte o an insanın en masum, en hazin en perişan olduğu an… Zalim bile olsa biraz sonra ölecek olan insanın yüzüne bakın, en masum olduğu andır… İnsanın, Rahman’ın korumasına ve şefkatine en muhtaç olduğu an…
“- Yüzler vardır o gün asıktır… Anlar ki, kendisine bel kemiklerini kırarak çok belalı bir şey yapacak…
Artık gözünüzü açın, ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır… Çare olacak kimdir? Denir…
Ve ayrılık vaktinin geldiğini anlar…
Bacak bacağa dolaşır!..
O gün sevk edilecek yer sadece Rabbinin huzurudur…” Sure-i Kıyame 24-30
O ayrılık vaktinin geldiği an, hakikati gördüğünde insan yapayalnızdır… Kalabalıklar içerisinde de olsa tek başınadır. Karşı konulmaz, geri dönülmez bir yoldadır…
Nerden bakarsanız bakın hazin, çok hazin bir tecellidir o… İnsan, nihayet korumasız, savunmasız ne kadar etkisiz bir eleman olduğunun bilincine varır… Gerçekle baş başadır artık… Kendi gerçeği ile… Bütün kutsal metinler, insanı kâmiller, bize o anı işaret etmiştir ama bizim hep ötelediğimiz, hiç temenni etmediğimiz, çok uzak zannettiğimiz o an gelmiştir…
“Sonum varmış, onu öğrensem asıl” dizesini o şiirde hep okuyup, hızlı geçip ama bir türlü hazırlanmadığı o son ile insan, ansızın karşılaşır…
“Ve ayrılık vaktinin geldiğini anlar…
Bacak bacağa dolaşır!..”
İnsanın serencamını, yalnızlığını ve çaresizliğini bu kadar yalın ve net anlatan başka bir ifade olamaz…
“ O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail\'e \"hoş geldin !\" diyebilmekte hüner...”
Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm;
Gözümde son marifet, Azrail’e tebessüm...
Azrail’e hoş geldin diyebilmek, onu tebessüm ile karşılayabilmek ya da o anı düğün- bayram bilmek, her babayiğidin kârı değil gerçekten…
İki küçük kız hatırlıyorum, sıcak bir yaz mevsiminde, daha hayatlarının ilkbaharında,
serin ve sakin oluyor diye, Kur-an ezberlerini mahallenin caminin üst katında çalışırken, arada nasıl ölmek istediklerini birbirine soran iki küçük, talebe kız…
Biri Kur-an okurken ölmeyi hayâl ediyordu… Tıpkı Hz. Osman gibi… Kur-an okurken başım Mushaf’ın üzerine düşse, öylece kalsam diyordu…
Diğeri de, derin bir iç çekip, gözleri ufka dalıp, ben secde de ruhumu teslim etmek isterim… “Vescudu ves tarik…” “Secde et ve yaklaş”… Zaten en yakın olduğum an… Diyordu… Secdeye varıp, bir daha doğrulamamayı diliyordu…
Sonu mutlu bir başlangıç olanlara selam olsun…
Handan Özduygu
Yorumlar
Yorum Yaz