3 Aralık 2024 Salı 12:10:16

Fenomenweb.com

Abdulhakim Arvasi Hazretleri

Abdulhakim Arvasi Hazretleri

Abdulhakim Arvasi Hazretleri

ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ(1865-1943)

TAKDİM
Abdülhakim Arvasi yıkılış ve çöküşlerin birbirini takip ettiği mahzun bir zaman dilimini yaşadı. Diğer emsalleri gibi o da 600 yıllık bir çınarın sarsıntı ve yıkılışının elemini ruhunda derinlemesine duydu.Ve elinden geldiğince istikbal için sevgi tohumları saçmaya çalıştı. Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in de Üstadı olan Arvasi hazretlerini kısaca tanıtmaya çalıştık. Çalıştık diyorum, zira deniz ihata edilemez.Bu sadece deryadan bir katre oldu. İstifade etmeniz temennilerimle.

A-KISACA HAYAT SEYRİ
Bilindiği gibi Güneydoğu seyyidler diyarıdır.Bu sülalelerin içinde en meşhurları ise Van’ın Arvas seyyidleridir.Abdülhakim efendinin sülalesi Hülagu’nun Bağdat’ı istilası(Miladi:1258)
sırasında Anadolu’ya göç etmişler,Van’da Arvas isminde bir köy kurup yerleşmişlerdir.Oradan 600 yıl ilim ve irfan yaymışlar ve bu köyden yetişen din ve tasavvuf büyüklerine “Arvas Seyyidleri” denmiştir. Bunlar içinde en maruflarından biri Seyyid Abdülhakim Arvasi’dir. Abdülhakim Arvasi hazretleri Van’ın Başkale kazasında 1281(1865)’de dünyaya geldi. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. Kendisi de şeyh olan Mustafa efendinin on yedinci asırda Hindistan’ın Siyalkut şehrinde yaşayan,Hanefi fıkıh ve kelam alimi,İmam Rabbani için ilk defa “Müceddid-i elf-i Sani”unvanını kullanan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine özel bir sevgisi vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale’de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak’ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazasında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî\'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı söyle anlatmaktadır: “ Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayini âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah’ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makamında oturmuşlardı. O\'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: \"Hayz zamanında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer’an serbest midir?\" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşça ve alçak bir sesle; \"Dînin sâhibi hazırdır, buradadır.\" diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; \"Cevap veriniz!\" diye üst üste iki defâ emir buyurdular. Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; \"Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış.\" diyerek rüyamı tâbir etti. Babama; \"Kainatın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah\'ın emrinin hikmeti nedir?\" diye sordum su cevâbı verdi: \"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.” Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.” Bu rüyayı gördüğünde henüz 14 yaşındaydı.

Abdülhakim efendi bir yandan ilimle meşgul olurken, bir yandan da tasavvuf ta terakki etmek için bir mürşit aramaya koyuldu.Ve 1878’te Şarkın meşhur meşayıhından Seyyid Fehim Arvasi hazretlerine intisap etti. Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1888 (H.1305)\'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. 1897’de Hac vazifesini ifa etti. Seyyid Fehim efendi şarkın tanınmış meşayihinden idi. Bediüzzaman hazretlerine de ilim dersi verdiğini ve Bediüzaman tarafından çok sevildiğini Risalelerden öğreniyoruz.(Bkz.Kastamonu lahikası ve Tarihçe-i hayat)

1882(Hicri:1300) senesinde icazet alarak talebe yetiştirmeye başladı. Başkale’de 30 yıl boyunca tedrisatla meşgul oldu,ders okuttu. 1907’de ikinci defa Hac nasip oldu.Birinci dünya savaşı ve Ermeni zulmü dolayısıyla ailesi ile birlikte1335’te(M:1919) İstanbul’a hicret etti. Rus istilasında önce Irak’a,oradan Adana,Eskişehir ve en nihayet payitahta gelmişlerdir. Ermeni zulmünü anlatırken şöyle demekteydi: “Dünya yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete sebeb oldular.”

İstanbul’a gelince evkaf nazırının kendileri için tahsis ettikleri Eyüp Sultan’daki Yazılı medresesine yerleştiler. Aynı zaman da Kaşgari dergahına şeyhlik,vaizlik ve imamlık için tayin edildi.Bu görevleri yanında Süleymaniye medreselerinde Tasavvuf dersleri müderrisi oldu. 5 Ağustos 1919\'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi.

İstiklal harbinde Kuvayı millliyeyi her yönden destekledi.Bağlılarından Cevat Yücemen anlatıyor: “Sakarya harbi sıraları...(Kütahya-Eskişehir muharebeleri olması lazım. Salih Okur)Ben Üsteğmenim...Ordumuz ricat ediyor ve Ankara’nın boşaltılması faaliyetine girişilmiş bulunuyor.(Arvasi hazretleri) bana emir buyurdular: “Hemen Ankara’ya git,orduya katıl ve her şeyden evvel Fevzi Paşaya çıkıp de ki: “Beni buraya kendi halinde bir Müslüman gönderdi, “yılmasınlar,sebat etsinler,zafer muhakkaktır” diyor. Gittim ve Mareşale aynen söyledim.Teşekkür etti.

Cumhuriyet sonrası faaliyetlerini Eyüp Gümüşsuyu’ndaki ikametgahında hususi sohbetleri ve Beyoğlu ağa camii ve Beyazıt camii gibi mekanlarda halka açık vaaz ve ders okutmaları ile sürdürdü. Soyadı kanunundan sonra Üçışık soyadını aldılar. 1931’de Menemen hadisesi münasebetiyle Menemen’deki askeri mahkemeye gönderildi. Basındaki haberlerde “İrtica şebekesinin Akhisar kolunun en faal kumandanı şeyh Abdülhakim yakalandı” manşetleri atılmıştı. Mahkeme reisinin “Sen şeyhmisin?” sualine “Ben şeyh değilim.Ve yüce mertebeye layık olmaktan uzağım;yok eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimizin hali ise ona da tenezzül etmekten münezzehim.” yanıtını verdi.Bu muazzam cevap sonunda beraat etti.(12 Şubat-1931) Malum Medyanın bu sefer hıncı manşetlere şöyle yansıdı: “Savcı idamını istedi,mahkeme beraat verdi.”

Arvasi hazretlerinin çilesi bununla da bitmedi.1943 yılının 18 Ramazanında Eyüp Gümüşsuyu’ndaki evi sivil ve resmi çok sayıda polis tarafından basıldı.Örfi idare valisi Lütfi Kırdar “İslamiyet’i neşr ediyor.Gençler ve münevver zümre arasında şeriatı yayıyor” diye tevkif ve tecziyesini istemişti. Sonunda İzmir’e sürgüne gönderildi. Polis tarassudunda zahmetli günler geçirdi. Zilkade’nin 10’unda heyet-i vekiliye kararı ile İzmir’den alınarak Ankara’ya nakledildi.Yolda rahatsızlandı. Ankara\'da Hacı Bayrâm-i Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık’ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey\'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 (H.1362)\'te vefât ettiler. Vefât anında hafif bir zelzele oldu. Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul’a nakli için resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı. O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak sakallı bir adam: \"Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır.\" dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu. Keçiören\'de damadı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten sonra Ankara’nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum\'a getirilerek defnedildi.Vefatı için bir şair şöyle demiştir:

Ağlasın, kan ağlasın her Müslüman
Çünkü, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
Zâtına mevdu\' idi sırr-i nihân.

B-ŞEMAİL VE AHLAKI

Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.

Her hali ve hareketi ile Islamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; \"Ben\" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi. Tevazusuna şu sözleri de işaret eder: “Keşke Beyoğlu’nda bir bakkal dükkanım olsaydı,kimse beni tanımasa idi.”


C-SÖZLERİNDEN SEÇMELER

1- Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.
2- Bir vakit namazimi kaybetmektense, dünyaları kaybetmeyi tercih ederim
3- Su İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkanı bulabilir
4- Kur\'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez
5- Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir
6- Cemiyetteki ruh hastalıkları iman eksikliğinden doğuyor.”
7- “Her veli kendi meşrebi içinde belirir”
8- Selef-i salihin hakkında şöyle demiştir: “ İnsanlar onlar idi.Onların yanında biz hiç sayılırız.Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız.\"
9- \"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir.\"
10- “Yabancı dil(Avrupa dilleri) bilseydim,çok faideli olurdum”
11- Allahu teala bizlere fazlu ihsanıyla tecelli etsin.Adliyle tecelli ederse,yanarız.”
12 Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
13-Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.

D-HATIRALARLA ARVASİ HAZRETLERİ
• Şu Farsça beyti çok sever ve tekrar ederlerdi: “Zi hicri dositan hun şud deruni sine can-ı men.Firak-ı hem nişinan suht magz-ı istehan-ı men” (Sevdiklerimden ayrı kaldığım için göğsümde ruhum kan ağlıyor.Birlikte oturduklarımın ayrılığı kemiklerimin iliğini yakıyor.”)

• Merhum Necip Fazıl diyor ki: “Ben onu 9 yıllık temasım süresince,hiçbir defa,esnemek,kaşınmak,her hangi bir dış manzaraya takılmak gibi her insana mahsus nebati fiillerden herhangi biri içinde görmedim.”

• Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır: Tahsîlimi İstanbul’da yaptım. Arabî ve Fârisî\'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha, biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş, talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm\'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime: \"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka isim kalmadı.\" dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.

• Seyyid Abdülhakîm Arvâsî\'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey söyle anlatır: “Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî\'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yana diz üstünde oturduk. \"Yanıma sokul, gözlerini kapa.\" buyurdu. Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. \"Gözünü aç.\" dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. \"Ne gördün?\" dedi. Anlattım. \"Ben hayatta iken kimseye söyleme.\" dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.

• Hâlid Turhan Bey anlatıyor: Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; \"Buyurun, okuyun!\" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; \"Türkçe’ye çevirin!\" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara\'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.


ESERLERİ
Seyyid Abdülhakim Efendinin; Erriyâz-ut-Tesavvufiyye, Rabıta-i şerife risalesi,Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıcı ve meşruiyeti hakkında bir risale, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkül ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır

KAYNAKLAR
1-İslam Meşhurları Ansiklopedisi-Abdüllatif Uyan-Berekat Yayınevi-1983
2-O ve Ben-Necip Fazıl Kısakürek-Büyük Doğu yayınları
3-Son Devrin Din Mazlumları- Necip Fazıl Kısakürek-Büyük Doğu Yayınları
4-Maneviyat Dünyamızda İz Bırakanlar-Vehbi Vakkasoğlu-Nesil Yayınları-2001
5-Işık Şahsiyetler-Ahmed Ersöz-Işık Yayınları-1992
6-http://www.huzuradogru.com.
7- Seyid Abdulhakim Arvasi

Hazır Web Sitesi

img

Abdullah ELDEN

Yorumlar

Ofisimo.com